Küçüklüğümüzden beri bizden büyük ablalara ve abilere hayranlıkla baktık. Onların çok büyük olduğunu düşündük ve “büyüyünce ben de öyle olacağım” dediğimiz çok şey oldu. Onlar 20-25 yaşlarındaydılar ve bizim onlara yetişmemize uzun yıllar vardı. Ne de olsa bu kadar yıl içerisinde büyürken istediğimiz yere doğru yürümüş olurduk. Belki hedefimize yaklaşmış, belki de hedefimizin tam üstünde olurduk. Küçükken düşündüğümüz şeyler bunlardı ama hayat küçük bir çocuğun zihninin hesap edemediği birçok durumu daha ortaya çıkarır ve bizi isteyerek veya istemeyerek farklı yere götürebilir.
Bu yazımda şu an yetişkin olan birçok insanın yaşadığı bir durumdan bahsedeceğim:
“Şimdiye kadar olacağımızı düşündüğümüz yerde olmadığımızı fark etmenin derin korkusu ve kaygısı.”
Seanslarım esnasında, 20’li yaşlarda genç yetişkin danışanlarımın büyük bir kısmının, geride kalmışlık hissi yaşadığını görüyorum. Kendilerinden beklentilerine ve hayallerine geç kaldıklarına karşılık bir üzüntü ve kaybetmişlik hali.
- “Şimdiye kadar yüksek lisansımı bitirmeliydim.”
- “Okudum ama gerçekten yapmak istediğim meslek bu değil, şimdiye kadar istediğim bölümü bitirmiş olmam gerekmez miydi?”
- “Bu zamana kadar kariyerimde iyi bir yere gelmem gerekmez miydi?”
- “Hani 25 yaşında hayalini kurduğum o kafeyi açacaktım?"
- “Neredeyse 30 yaşına geliyorum ama hala evlilik ufukta görünmüyor.”
- “24 yaşındayım ve tek bir ciddi ilişkim bile olmadı.”
- “Yıllardır bale öğrenmek istiyorum ama bu yaştan sonra bale mi yapılır?”
Bu duyguları ve düşünceleri en çok da yılbaşı veya doğum günü gibi bütün bir yılı deviren önemli günlerde fark ederiz. Toplumumuzda en geç 30 yaşına kadar hayatını kurmuş olmak üzerine bir baskı var. O yaşa kadar çoktan mezun olmuş, iş bulmuş, evlenmiş, üstelik çocuk yapmış, hatta ve hatta birikim bile yapmış olmamız yönünde sinsi bir kurallar silsilesi var. Sanki 30 yaşına girer girmez evren bize “tüm zamanın doldu” diyecekmişçesine hızlı olmamız gerektiğini hissediyoruz. İşin ironik olan kısmı şu ki; ne kadar hızlı olmamız gerektiğini hissediyorsak, o kadar da kaygılanıyor, donup kalıyor ve hayata seyirci kalıyoruz. Özellikle de mükemmeliyetçi anne/babayla büyüdüğümüzde bu durumu çok daha derinden yaşıyoruz. Çünkü küçüklüğümüzden beri ebeveynlerimiz bizden her zaman en iyisini, en güzelini bekledi ve biz buna uyum sağlamak zorunda kaldık. Sahi, biz başarılı olmayı kendimiz istiyor muyduk? Yoksa anne babamız veya yakın çevremiz küçük yaştan beri olması gerekenin bu olduğu konusunda bizi manipüle mi etti? Bu tarz ebeveynlerle büyüyen çocuklarda sıklıkla erteleme davranışı görülür. Çünkü artık en iyisini yapacağına dair inancı ve gücü o an kendinden bulamıyordur. Farkında bile olmadan şimdi yaparsak iyi olmayacağından endişe ederiz ve “en iyisi yarın/haftaya başlayayım, o zaman iyi olacak” diye düşünür, tüm gücümüzü toplamayı bekleriz. Çoğunlukla o işi yarın da yapmayız çünkü mükemmel olması gerektiği düşüncesi, daha o işe başlamadan gözümüzü çoktan korkutmuştur. Böylelikle yüksek lisans yapmak, yeni bir bölüme başlamak, nişanlanmak, iş kurmak gibi önemli yaşam olayları konusunda bazen kararsız, bazen de donanımsız kalırız. Toplumun hep bir ağızdan söylediği o sözler, birden bizim kafamızın en yargılayıcı ve en acımasız kısmından şu şekilde dökülür: “Gençlik hayallerini gerçekleştiremedin, bu vakitten sonra da asla yapamayacaksın!”
Bize karşı acımasızca konuşan her türlü sesi susturup yapabileceğimiz 2 şey var. Neredeyse her yazımda bahsettiğim gibi önce “tüm durumları tüm gerçekliğiyle kabul etmek”, ardından bunu “yaşamak, işlemek, sindirmek”.
Evet, olmayı düşündüğümüz yerde olamamak zordur. Başkalarını, bizim yapmak istediğimiz şeyleri yaparken izlemek ve kendi zihnimizde belirlediğimiz takvimin dışına çıkmak zorunda kalmak, kolay olmayacaktır. Ancak geçip giden yıllar için yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Şu anda bulunduğumuz yeri kabul etmeyi öğrenmeliyiz.
Kabullenme ne değildir?
- Kabullenme, şu an bulunduğumuz yer hakkında teselli olmamız anlamına gelmez.
- Daha fazlasını isteyemeyeceğimiz ve elimizde olanlarla yetinmemiz anlamına gelmez.
- Kabul ettiğimiz şeyler konusunda bir boşvermişlik anlamına gelmez.
- Bulunduğumuz yerde sürekli bulunmamız, yani yerinde saymamız anlamına gelmez.
- “Demek ki benim bütün kapasitem bu” anlamına kesinlikle gelmez.
Peki kabullenme nedir?
Daha çok kendimizle nasıl ilişki kurduğumuzla ve olduğumuz yer hakkında kendimizle nasıl konuştuğumuz, kendimize nasıl davrandığımızla ilgilidir. İçinde bulunduğumuz durumu kabul ettiğimizde kendimize şu sözleri söyleriz:
“Şu an buradayım. Evet burası bu vakitte olmayı hayal ettiğim yer olmayabilir ama bütün gücüm, bütün imkânım ve bütün zihinsel farkındalığım beni şu an burada yapıyor. Bu sorun değil çünkü elimdeki durum bu. Bunu kabul etmeliyim. Fakat sonsuza kadar da böyle olacağı anlamına gelmiyor ve sonsuza kadar böyle olmayacak. Bunun farkındalığına erişerek zaten iyi bir noktadayım. Bir de elimdekileri imkanları ve gücümü artırabilirsem çok daha iyi bir noktaya gelerek ilerleme kaydedeceğim. Zaten geç kaldığımı hissettiğim için üzülüyorum, bir de bununla kendimi yargılamam aslında hiçbir şeyi değiştirmez, sadece acımı daha da artırır. Durum bu ve ben bu durumu değiştirebilirim. Çünkü zaman kişiseldir.”
Şu anda tüm benliğimizi ve durumları kabul ederken hayattan daha fazlasını isteyebiliriz. Kabullenme aynı zamanda büyümeyle birlikte var olabilir. Kabullenme ve kabullenmeme arasındaki fark şudur: Kendimizden nefret ettiğimiz ya da kendimi cezalandırdığımız için değil, iyi hissetmeyi hak ettiğimiz için daha fazlasına çabalıyoruz.
Kendimizi kabul etmeyi öğrenirken geçtiğimiz süreç, bize kendimizi kandırıyormuş gibi hissettirebilir. Sanki kendimizi olumlu bir şekilde kabul ederken ve bu konuşmaları yaparken kendimize yalan söylüyormuş gibi hissedebiliriz. Bunu böyle hissetmek normaldir. Tüm iyileşme süreçlerinde dünyanın en mantıklı ve en mükemmel şeyini yapmıyoruz. “Kendimizi hırpalamadan yapabileceğimizin en iyisini yapıyoruz.” Bu durumda neyin ne kadar doğru olduğunun hiçbir önemi kalmıyor. Günün sonunda yalnızca kendimizin nasıl hissettiği önemlidir. Mantığın ve bütün gerçekçi sınırların en fazla devrede olduğu yitik ve vazgeçmiş bir ruh; belki biraz yalanın, iyimserliğin ve esnek sınırların daha fazla devrede olduğu umut dolu ve heyecanlı bir ruhtan, çok daha fazla gelişim gösterecektir. Hatta bana sorarsanız sadece böyle düşünen bizler, gelişim göstereceğiz ve memnun olmadığımız durumdan kendimizi kurtarıp istediğimiz yere doğru yürüyebileceğiz.
Şu sözleri kendimize sıklıkla hatırlatalım:
“Dünyadaki herkes için kesin olan tek bir takvim yoktur.”
“Şu an sahip olduğum imkanlar ve farkındalıkla yapabileceğimin en iyisini yapıyorum.”
“Hayatım, yaşadığım sürece yalnızca benimdir ve istediğim yere yürümek mümkündür.”
“Hayatım şu an için doğru zamanlamada ilerliyor.”
Unutmamalıyız ki; zaman, her zaman herkese farklı akar. Biri 20 yaşında evlenip çocuk doğurur, diğeri 50 yaşında ilk üniversitesinden mezun olur. Bu iki farklı kişi de, farklı kimseler tarafından özenilen bir hayat yaşıyorlardır ama gidip bu iki kişiye sorsak, hayatında daha farklı yapmayı diledikleri bir sürü şey de çıkacaktır. Tıpkı “iyi ki yapmışım” dedikleri onlarca şey de çıkacağı gibi... Hayatta her şeye sahip olmak ve bu hayatta her şey olmak mümkün değildir. Bir başkasının hayatı sadece bir başkasının hayatıdır. Kendi hayatımızla kıyas yapabilmek için doğru bir örnek değildir, hatta gerekli de değildir. Sadece ölüm vaktimiz geldiğinde artık bir şeyleri yapmamız imkansızdır ancak hayattayken bir şeylere geç kalmanın sandığımız kadar önemi yoktur. Çünkü hayattayken vakit vardır, vakit varsa imkân da vardır.
Şimdi bu hayatta geç kaldığımızı düşündüğümüz neler varsa bunları sakin bir şekilde birkaç dakika boyunca düşünelim ve temiz bir kâğıda şu soruların cevaplarını yazalım. Sizinle birlikte ben de yapacağım. Evet, benim de geç kaldığımı düşündüğüm bazı şeyler var.
- Acaba tam olarak neden geç kaldık? Ne gibi yaşam olayları veya hangi kişiler bizim gecikmemize sebep oldu?
- Geç mi kaldık, yoksa geriye doğru mu gittik? Kimler veya neler bizi geriletti?
- Gerçekten geç mi kaldık, yoksa bilerek kendimiz mi erteledik?
- Yapmayı planladığımız o şeyi gerçekte kim istiyor? Biz mi, ailemiz mi, sevgilimiz mi, toplum mu?
- Yapmayı düşündüğümüz o şeyi yaptığımızda kimi mutlu edeceğiz? Kendimizi mi, bir başkasını/başkalarını mı?
- O şeyi yapmak bizi hangi bakımdan besleyecek? Mutlu ve huzurlu olacağımız için mi? Birileri bize saygı duyacağı için mi? Birine ders vermek için mi? Yoksa birini kıskandırmak için mi? Belki de kendimize söz verdiysek kendimize olan saygımızı yitirmemek için bile olabilir.
Bilmiyorum. Sorgulamadan bilemeyeceğiz.
Lütfen bu soruları bir kâğıda yazarak cevaplayalım, eğer yazamıyorsak sorun değil. Sadece düşünmemiz bile çok şeyi değiştirir.
Zihinsel gelişim çabaya değer,
İrem ♥
Yorum yazın
Bu site hCaptcha ile korunuyor. Ayrıca bu site için hCaptcha Gizlilik Politikası ve Hizmet Şartları geçerlidir.